Albatros Gelişim

Simurg Efsanelerinden Albatros Öyküleri

Aşkın, arayışın, tutkunun ve yalnızlığın kuşudur Albatros. Aşk ve yalnızlık, arayış ve tutku ancak onun kanatları altında barınabilir. Yaşadıkları coğrafyada rüzgâr değil, fırtınalar vardır, kasırgalar vardır. Fırtınalar birbiriyle savaşır adeta. Öylesine zapt edilmezdirler. Her şey keskin sözcüklerle, sert ifadelerle adlandırılır bu iklimde. Güney Kutbu’nun Buzul Denizlerinden alır hızını, fırtınalar ve o ihtişamlı savruluşlarıyla okyanusun üzerinde dolanırlar. Bu fırtınalar öylesine yüksek hızlara erişirler ki, kimileyin saatte 300 km’yi bulurlar. İşte böylesine çetin kopar bu coğrafyanın fırtınaları! Önüne ne katarsa toplayıp götürecek, söküp koparacak gibidir hışmı. Yani ruhunda öylesine ejderhalar saklayan bir rüzgardır bu yörenin fırtınaları.

Albatroslar gökyüzünün en ihtişamlı, en geniş kanatlarına sahip kuşlarıdır. Sanki kanatları Güney Kutbu’nun bu dizginsiz fırtınalarından yapılmıştır. Sanki tılsımlı bir değnek bir anda o fırtınalı iklimden kocaman bir Albatros kanadı yaratmıştır.

Sadece, havanın bu dizginsizliğine Okyanus uymaktadır. Okyanus da hırçın bir çocuk gibidir, adeta rüzgarların hoyratlığı ile yarışır. Uçsuz bucaksız bir bozkırda aklına gelen tüm yaramazlıkları yapan bir çocuk gibidir. Bütün hırçınlıkları, bütün haşarılıkları bu mavi sınırsızlıkta kalmaktadır…

İşte Albatroslar da bu çetin doğanın çocuklarıdır! Kanatlarının o geniş haznesinde, en çetin koşullardan demlenmiş, mavinin tüm tonlarında yazılmış serüven ezgileri vardır. Fırtınalarda, acılı zamanlarda, kahırda, hüzünde, yağmur ve kar altında coşan dalgaların koynunda ritim tutmuş ezgilerdir bunlar.

Albatros, Arapça bir sözcüktür ve dalgıç kuşu anlamına gelir. Okyanusların acımasızlığının yegane yenilmez bayrakları gibidirler. Uçmak kanat açmak, sonsuzca süzülmek, dalmak-çıkmak denince bu kılıçağzı fırtınalı coğrafyada akla hemen Albatros gelir. Arayış ve iflah olmazlık sanki onun genlerine kodlanmıştır. Ölünceye kadar yaşayacağını yoruluncaya kadar aramaktan yanadır doğrultusu. Hiçbir yolculuktan umudu kesmez, hiçbir zorluk aşkla bağlı olduğu maviliklerden koparıp umutsuzluğun karanlığına hapsedemez onu. Ruhunun derinlerinde bilinmezliğin o kayıp kıtasına olan inanç her daim, geçtiği ateş çemberi eşiklerden, ışıltılı gözlerle çıkartır onu. İnsanlar kendilerini durgun sularda daha iyi görebilir, ama Albatros kendini en iyi, dalgalı, fırtınalı sularda görür, bulur. En karamsar anlarında bile koşulların “ Hiçbir zaman tam karanlık değildir gece / Kendimde denemişim ben ” dizeleri sökün eder ruhunun derinlerinden…

Albatros, bildik Simurg Efsanelerinden geriye kalan kuşlardandır. Hani şu Pers masallarındaki Simurg Efsanesi. nesilden nesile, kulaktan kulağa çoğaltılır bu masal Albatroslar da. Çünkü bütün Albatroslar bilmekte ve yaşamaktadırlar.

Simurg bir masal kuşudur, büyülü bir Pers masalının. Uzun boynunda beyaz bir halka bulunan, safran tüylü, büyülü sesli, yüzü insana benzeyen kocaman bir kuş! Kuşların sultanıdır. Tüm kuşların tartışmasız şahıdır. Kaf Dağı’nın ardında kendi efsanevi diyarının sarayında yaşar… Ama bir gün kuşlar çok merak ettikleri bu efsanevi sultanlarını aramak için toparlanıp yola çıkmaya karar verirler. Kusursuzluğun, mükemmelliğin, zerafet ve kutsallığın doruğu olan sultanlarına ulaşmaktır tek amaçları. Bütün kuşlar oraya ulaşmak isterler. Ruhlarını, o tılsımlı sesi doldurur Simurg’un … havalanır yola çıkarlar. Yol uzun ve meşakkatlidir. Yalancı aşk denizinden geçerler önce, ayrılık vadisinden, ihtiras ovasından, kıskançlık gölünden, korkunun labirentlerinden…

Kimi yalancı aşka kapılıp kopar sürüden kuşların, ayrılık vadisinde ayrılır kimiyle yolları, ihtiras ovasının cazibeli bataklığına dayanamaz kimileri, kimi kıskançlık gölüne dalıverir-çıkmaz ve korkunun labirentlerinden geçemez kimileri…

Yolculuk Kaf Dağı’nın ardına varmakla tamamlanır. Otuz kuş kalmıştır geriye. Ama ortada efsane sultanları Simurg yoktur, ne de muhteşem sarayı! En bilgeleri sözcüklerin şifresine sığınır. “Si”; “otuz” demektir Farsça’ da. “Murg” da “Kuş”. Yani Simurg “Otuz Kuş” anlamına gelmektedir ve efsanevi sultan da o Kaf Dağı’nı aşma cesaret ve inancını kendinde bulan otuz kuşun ta kendisidir.

Bütün Albatroslar bir ayrıntısını daha bilir bu masalın. Her Albatros kendisini bulabilmek için bildik toprakları terkedip, kendi içindeki Kaf dağı’nı aşmak zorundadır. Okyanusun azgın dalgaları, acımasız fırtınaları, dehşetli soğukları da onun Kaf Dağı’dır çünkü. Bu yolculuğu tamamladıktan sonradır ki gerçek bir albatros olurlar. Albatros, Albatros olmaklığını bu yolculuğa borçludur.

Uçmak deyince, sınırsızlığa ve bilinmezliğe kanat açmak deyince akla ilk gelen Albatroslar’dır dedik. Kuluçka süreleri 78 gündür. Bu süreyi dişi ve erkek nöbetleşe tamamlarlar. Kuluçkadan çıkan yavru aralıksız 50 gün beslenir, yanından hiç ayrılınmaz, yalnız bırakılmaz. Bu sürenin sonunda neredeyse anne babasının ağırlığını geçer kilosu. Anne ve baba yiyecek bulabilmek için okyanuslara açılırlar ve üç günde bir yavruya yem getirmeye başlarlar. Yavru için en zor aylardır bu sert kış ayları…

On ayın sonunda yavru yuvadan uçma vaktinin geldiğini anlar. Bilinmezlikler, okyanusun kaotik çalkantısı, fırtınalar ve o büyülü mavilik onu çekmektedir. Damarlarındaki kan zıp zıp zıplamakta,kendi içindeki tutkuların izini sürmeye zorlamaktadır. Bu yolculuğa çıkmalı, Kaf Dağı’nı aşmalıdır. Ama hantal bedenini taşıyacak durumda değildir narin kanatları. Yürüyüşlere çıkar kayalıklarda. Sonra sonra kanat çırpma denemeleriyle yavaş yavaş zayıflar, uçuş kıvamına gelir. Maceranın, dalgaların tılsımlı ritmi rüyalarına girer artık. Ucunda ölüm vardır, okyanusların karanlık diplerini boylamak vardı, kalbinin ve ömrünün aşkına kavuşamamak vardır, Albatroslar’ın iklimine dönememek vardır… Ama kendi içindeki Kaf Dağı’nı aşmadan ne kalbinin sahibine ne de diğer Albatros’lara verebileceği bir şey olmadığını da duyumsamaktadır… Çünkü ömürleri anlamlı kılan şey kendini aşarak kim olduğunu bulmuş olmakta saklıdır. Verebileceği şeyi olmayanın ne sevmeye ne yaşamaya gücü yetmeyecektir.Albatros bunları ta binlerce yıldır kulaklarında çınlayıp duran Simurg efsanesinden beri bilmektedir.

Döndüğünde -ki eğer dönebilirse- ömrünün tek eşine kavuşacak, onun ölümü halinde bile bir daha başka bir eş aramayacaktır. Fakat her şeyden önce Albatros’luğunu keşfetmesi, kendini bulması gerekmektedir. Kimse, Albatros olmamış bir Albatros’a dönüpte bakmaz. Albatros’luğa ulaşamamak olgunlaşmadan dibine dökülmüş meyve kıvamıdır çünkü. Gübre olmak dışında kimsenin işine yaramaz.

Bütün sesler yola çağırmakta, tüm fikirleri maviliğin o uçsuz bucaksızlığına itmektedir onu. Bu kaçınılmaz bir yazgıdır Albatros için. Kendisini bulmadan Teptilla’ya ulaşamıyacağını bilen Gılgamış’ın yazgısı gibidir bu! Gidecek gidecek… Bütün yolların kendi yüreğine çıktığını öğrenecektir sonunda. Ama gidilmeyen yolların hiçbir yere çıkmadığını da… Gidecektir artık…

Fakat belirsizliğin ve bilinmezliğin her canlıda bir korku ve kaygı da yarattığı doğrudur. Gidilecek olanın dehşeti, içine dalacağı maviliğin çetin koşulları bu korkuyu kat be kat attırtmaktadır. Ama ne kadar korksa da bu yolculuğa çıkılmalıdır. Korku eğer üzerine gidilirse ancak korku olmaktan çıkabilir. Bir süre bu korkunun esiri bile olsa, ta ruhunun derinliklerinden kopup gelen yolculuk çağrısının ezgili sesi tünelin ucundaki ışık gibi peşinden gitmeye kışkırtır onu…

Yolculuğa çıkmamak kendi korkularının esiri olarak kalmak demek; her şeyin yarım, kişiliksiz, kırılgan ve lanetli kalması demektir. Sonsuza kadar korkak ve Albatros olamayan bir Albatros olarak anılmak demektir…

Mavilikler çağırmaktadır, dalgaların efsunlu sesi çağırmaktadır, rüzgarın uğultusu çağırmaktadır, bilinmezliklerin kasvetli çığlığı çağırmaktadır… Başkalarının ona biçtiği rolleri, konumları değil de evrendeki kendi yerini ve rolünü bulmalıdır.

Kendi damarlarında akan ve tüm bilinmezliklere açılma gücü veren tutku ırmağına dalmalıdır o! Korkarsa her şeyin anlamını kaybedeceğini bilir. Korkunun egemenliğine terk edilen ruhların gözüne evrenin nasıl tehditkar ve tehlikeli gözüktüğünü hatırlar. Böyle bir ruhun fazla bir tehlike içermeyen bir hayatın sahte güvenliğine nasıl susadığını ve sahip olduğuna inandığı şeyleri savunmak için nasıl bir son mevzilerine girip, tepeden tırnağa silahlandığını unutmaz. Korkaklar kendi kendilerinin hapishanelerini kuranlardır çünkü. Uçmalıdır; o bilinmezliğin Orfeik ezgisinin kucağına bırakmalıdır kendini. Korkularını kendinin freni değil, motoru yapmalı; tekinsiz deryaların, müphem ufukların sislerini bu şevkle dağıtmalıdır. En korktuğu anda bile Selene’nin ışıltılı yüzüne bakmalı, kalbine onun gece soluğu rüzgarını ve umut aşılayan bakışlarını doldurmalıdır…

Adadaki en yüksek kayalığa gider, son hamleyi yapıp o bilinmezliğe kanat çırpabilmek için . İlk defa kopacaktır yuvadan, ilk defa kendi sınırlarını aşacak, o yasak meyveden tadacaktır. Kendini kayalıklardan okyanusun çılgın dalgalarına doğru bırakmadan evvel Selene’nin ışığıyla doldurur tüm ruhunu. Ve bütün duygularını bir anda silerek tek bir duyguyla boyar: CESARET… Koşar, koşar, koşar… Ve kayalıklardan aşağı bırakırkendini. İlk anda bir iki yalpalasa da şaşkınlığı çabucak geçer. Bir süre kanat çırptıktan sonra yeni doruklara alışmayı öğrenen bir dağcı gibi derin soluklar almaya başlar. Başlamak, ilk adımı atmak yolu yarılamaktır. Tek bir kanat çırpmadan yumusak kavislerle kilometrelerce uçar artık.

Çok az kanat çırpar Albatroslar. Kanatlarını dev bir m şekline sokar ve birden denize pike yaparlar.Suya dokunacak kadar yaklaştığında kanatlarını açabildiği kadar açar, dalgaların helezonik geometrisiyle kusursuz bir uyuma erişir. Dalgaların alçalıp yükselirken göğsü ve kanatları arasına sıkıştırdığı rüzgarla birlikte uçar, uçar, uçar… Bir Albatros yuvadan uçtuktan sonra günlerce değil, haftalarca değil, aylarca değil, yıllarca uçarak geçirir zamanını. Yanlış duymadınız, yıllarca uçar bir Albatros hiç konmadan… Okyanuslardaki bir çeşit karidesle beslenirler bu geçen uzun yıllar boyunca…

Okyanusların o tekinsiz yıllarında, zorluklar, acılar ve korkularla yüzleşirken, yavaş yavaş kendisinin de bir Simurg mirasçısı Albatros olmaya başladığını farkeder. Yakut çiçeğinin kokusunu ve cennet çeşmelerinin iç açıcı şırıltılarını duymaya başlayan yürek kulaklarından gece saçlı bir sevgiliye yakılmış türküler dolar içine. Bu türkü Simurg efsanesinin de türküsüdür. İlk atasının ruhu uyanmıştır içinde; Gılgamış’ı anlamıştır, Odiseus’u, Penolepe’yi … Verebileceği şeyler biriktirmiştir bu uzun yıllarda; verdikçe sevebilir, verdikçe yaşayabilir her canlı anlamlı bir hayatı.

Okyanusların uçsuz bucaksız bilinmezliğinden, yüreğindeki yarım hayatın tamamlayıcısı olan ömrünün tek eşine dönme zamanı gelmiştir.

İlk kanat çırpmadan sonra en erken beş yılda döner eve Albatros. Ama çok daha uzun da sürebilir bu yolculuk, dokuz- on yıl gibi!.. Bu yolculuk sırasında hiçbir zaman başını eğmez Albatros. Başını eğerse hayallerinin, ütopyalarının ufku gözden kaybolabilir. Bir sığlığın derin karanlığında yitip gidebilir çünkü!

Albatros’un yuvaya dönüşü tüm ezberlerden arınıp yalnızca kendi ve kendinin olan bir dile ulaştığında başlar. Bilinmezliğin tüm labirentlerinden geçmiş, korkunun ve kaygıların her türlü teslim alıcılığından yüzünün akıyla çıkmıştır. Nar çiçeklerinin ve güllerin hoyrat çocuklar gibi doğayı süsledikleri mevsimdir bu dönüş mevsimi!…

Her yolculuk bir karanlığı aydınlatır, her aşk bir ömrü… Albatros maviliklerin üstünde ve içinde geçen uzun yılların ardından yuvaya dönecektir artık. Nar çiçeklerine, güllere ve saçlarında gecenin tüm yıldızlarının gizlendiği sevdiğine kavuşma zamanıdır. Yola çıkarken yalnızca bir tek mavi olduğunu sanırken artık cam göbeği mavisi, gök mavisi, lacivert, ördek başı mavi, bakır çalığı mavi, havai mavi, turkuaz mavi, firuze mavisi, gri mavi, kobalt mavisi, lavanta mavisi, maden mavisi, petrol mavisi, Prusya mavisi, süt mavisi, ultamarin mavisi… diye daha onlarca maviyi keşfetmiştir. Çeşitlilik ve bu çeşitliliğin uyum içinde bir aradalığı doğanın en büyük armağanıdır çünkü canlılara… Bazı insanların ömürleri de bir Albatros’a benzer kimi zaman. Aynı kavşaklarda buluşabilirler bir vakit. Fakat maviliklere tepeden ya da içinden değil de başını yukarı kaldırarak aşağıdan bakabilir o insanlar, yolculuklarında. Onlar da aşkı, arayışı, tutkuyu ve yalnızlığı hayallerinin ardından giderken, maviliklere baka baka, hayatın inişli çıkışlı mecrasında yeniden tanımlarlar. Sırtlarındaki hançer yaraları kapanır, yüreklerinin köpüğü ve cürufu temizlenir. Nar çiçeklerinin, güllerin mevsimine hayatın yeni belirsizlikleriyle kaplı okyanusuna atarlar adımlarını…

Kimbilir, belki her insanın içinde de bir Albatros öyküsü saklıdır…kimbilir?